SAFFET ÇAKIR

OKYANUSLARA YOLCULUK

MENÜLER
Site Haritası
Takvim

İTİKADİ MEZHEPLER

Diyanet ilmihali ile İtikadi Mezhepler
itikat : inanış-inançla ilgili konular demektir.İtikatta mezheplere ,  akaitte mezhepler de denilmektedir.

a) Selefiyye

Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” an­lamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zahiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah’ı yara­tıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen}, bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek İçin kullanılır. Allah’ın zatî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefıyye’ye “Sıfâtiyye” de denilmiştir. “Ehl-i sünneti hâs­sa” ismi ile kastedilen zümre olanSelefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye’dendirler. Eş’arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şafiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım gö­rüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhakî gibi hadis­çiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, Îbnü’l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bil­ginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir.

İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apa­çık olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah’a havale etmektir. Selefiyye’nin müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: “Al­lah’ın eli onların ellerinin üstündedir”

âyetini Selefiyye şöyle değerlendirir:

“Yüce Allah âyette elinin (yed) varlığını bildirmektedir. Allah’ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı Allah’a havale ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz- Başka bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez, Allah’ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormak­tan da kaçınırız”. İmam Mâlik’e (ö. 179/795) “Allah Teâlâ Kur’an’da “Rahman arşa istiva etti”   buyuruyor. Nasıl istiva etti?” diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: “İstiva bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. Allah’ın arşa istiva ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkın­da soru sormak da bid’attır”.

Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri akim ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid’atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tu­tumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermiş­lerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağ­lam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’-vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çeli­şirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamakta­dır. Selefin akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olma­mış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Sonraki dönemin en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnül-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî (ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükri el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir.

Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12’si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkeleridir.

b) Eş’ariyye

Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş’arî’nin görüşlerini be­nimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş’arî, hicrî 260 (873) yılında Basra’da doğmuş, kırk yaşına kadar Mutezile mezhebine bağlı kalmış, sonra “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılmış ve Eş’arîliği kurmuştur. İmam Eş’arî 324 (936) yılında Bağdat’ta ölmüştür. İmam Eş’arî’nin fıkıhta Şafiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir.

İmam Eş’arî, Allah Teâlâ’nın ezelî sıfatlan bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş’arî’nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş’arî kelâm bilgin­leri arasında, Bâkillânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kâdî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir.

Eş’arîlik, daha çok Mu’tezile’ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu se­beple Eş’arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik’ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş’arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet ede­bilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş’ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır.

Sünnî müslümanların % 13’ünü oluşturan Mâlikîler’in hemen hemen tamamı ile % 33’ünü teşkil eden Şâfıîler’in dörtte üçü, Hanefiler’le Hanbelîler’in çok az bir kısmı inançta Eş’ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş’arî­lik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonez­ya’da yayılmıştır.

c) Mâtürîdiyye

Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mez­hebinin adıdır.

İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan’da Semerkant şeh­rinin bir köyü olan Mâtürîd’de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemel­dir. Hayati hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî’nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu’tezile ve Şîa’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant’ta vefat et­miştir.

İslâm dünyasında hicri II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid’atçı mezhep­lere, özellikle akılcı bir tavır takman Mu’tezile’ye, Selefin metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancım savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş’ariyye ortaya çıkmıştır.

Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anla­şılması için gerekli, bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî’den itibaren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selefe Eş’ariyye’den  daha yakındır.  Bazı konularda ise,  daha akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mu’tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefiliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî’nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş’arîlik kadar şöhret bulamamıştır. Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (ö. IV/X. asır), Ebü’1-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/1100), Ebü’1-Maîn (Muîn)  en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefi (ö.537/1142), Ebü’l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefi (ö. 710/1310), Burhâneddin en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457), Kadı Celâleddinzâde Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır.

Mâtürîdiyye Ehl-i sünnet’in temel prensiplerinde Eş’arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar:

1. Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla Allah’ı bulabilir.

2. İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır.

3. Kulda başlı başına bir cüz’î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır. 4. Yüce Allah’ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir.

5. Allah kulun gücünün yetmeye­ceği şeyleri kula yüklemez.

6. Allah’ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir.

7. Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple ka­dın peygamber gönderilmemiştir.

8. Allah’ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur’an’ın harf ve sesleridir.

Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yansını oluşturan Hanefiler’in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar. Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre’de yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî’dirler.

d) Mu’tezile

Mu’tezile, kelime olarak “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mer­tebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî’nin (ö. 110/728) dersini terkeden Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu’tezile ise kendini “ehlü’1-adl ve’t-tevhîd” diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu’tezile’nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu’tezile’nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbasîler döne­minde en parlak günlerini yaşamış olan Mu’tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile başlı başına bir mezhep  olarak mevcut  olmamakla  birlikte görüşleri  Şîa’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kollan ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır. Mu’tezile’nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da;

1. Allah’ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid),

2. Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratma­nın Allah’a gerekli olduğu (adl),

3. İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd),

4. Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne’l-menzileteyn),

5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara farz olduğu (emir bi’1-ma’ruf nehiy ani’l-münker) prensipleridir.

e) Cebriye

İrade hürriyeti konusunda Mu’tezile’ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden [33] hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek failinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.

f) Hâricîlik

Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çık­mıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali’ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddia­sıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler’in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat süb­jektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevilerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler’e daha çok Kuzey Afrika, Madagas­kar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın sadece zahirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet’e göre bazı farklı fıkhı görüşleri de var­dır.

Şia

Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftan bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte “taraftar, yardımcı” anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşru halife kabul eden, ve­fatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan top­lulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman’ın şehid edilmesini takip eden yıl­larda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî grup­laşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.

Ancak, İslâm dünyasında Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali’­yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgi­yi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etki­sinin bulunduğunu da söylemek doğru olur.

Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye’den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali’nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölge­sinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu’tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefi mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mutedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali’nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetini de meşru görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve devlet başka­nının masum olduğu fikrini de kabul etmezler.

Ca’fer es-Sâdık’ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti. İsmâilîler’in hicrî IV. yüzyılın başında Fatımî Devleti’ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler’i (Nizâriyye-Müsta’liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mez­hep mensuplarına günümüzde, sayılan fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da rastlanmaktadır.

İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şia’nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imamet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıklarından Ca’feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu’tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşru görmez ve dev­let başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber’in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (masum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali’ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta’n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir. İmâmiyye halen İran’ın resmî mezhebi olup Irak’ta ve Azerbaycan’da yaşa­yan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur.

Saat
Hava Durumu